8. BÖLÜM
“Sen inebildiğin en derin yere, benim kalbime indin.”
8
KRİZ
Ümmü Gülsüm öleli, bir gün oluyordu.
Bir gündür, bir ceset ile aynı yerde yaşıyorduk.
Onun neden ve nasıl öldüğünü pek düşünmemiştik çünkü sebebi, hepimizi öldürebilecek olan o sebepti. Susuzluk, açlık. Günlerdir hiçbir şey yiyip içmemiş olmak, ona onun sonunu getirmişti. Ben de dâhil olmak üzere birkaç kişide, iki üç yudum kadar su vardı ve ben Ümmü Gülsüm öldüğünden beri hep bunu düşünüyordum.
Suyumu ona versem, şu an yaşıyor olur muydu?
Suyu ona verseydin bugün de sen ölebilirdin, dedi iç sesim.
Evet, suyumu biriyle paylaşmak bir nevi kendimi öldürmek demekti ama ne yapayım, o öldüğünden beri keşke diyordum, keşke birazını ona verseydim. Ama bir yudum suyun nasıl birazını verebilirdim ki? Ki, benim de suya ihtiyacım vardı ve o suyu Ümmü Gülsüm’den önce Oğuz’la, Melodi’yle, Selim’le paylaşmak isterdim. Vicdanım ne kadar rahatsızdı bilmiyordum ama kalbim ve vücudum çok rahatsızdı. Selim, torbanın içindeki yiyecekleri bölüştürmüştü fakat benim iştahım, Ümmü Gülsüm’ün ölüsünü gördükten sonra kaçmıştı. Yiyemiyordum. Açlıktan ölüyor ama hiçbir şey yiyemiyordum.
“Bu kokuya dayanamayacağım,” diye bağırdı Esra, sessizliği rahatsız ederek. “Çürümeye başlayacak!”
Tüm derdinin bu olması beni dehşete düşürüyordu. Ümmü Gülsüm’ün ölümünün ardından hepimiz dehşete girmiş, upuzun bir süre konuşmamıştık. Sadece Selim, yemezsek bizim de öleceğimizden bahsederek yiyecekleri bölüştürmüştü. Hepimiz metro koltuklarında, yan yana ve karşı karşıya oturmuş, sadece bekliyorduk. Selim dönüp omzunun üzerinden Esra’ya baktı. “Yok mu birinizde parfüm, sıkalım. Cesedin kokusunu bastırır.”
Mide bulandırıcıydı!
Arzu, baygın gözlerini Selim’e çevirdi. “Çantamda olacaktı.”
“Dışarıda mı? Getireyim, sen ver, sıkalım.”
“Olur,” dedi Arzu, omzunu silkerek. “Zaten her nedense, o parfümü bir daha sıkacağımı düşünmüyorum.”
Ona umut etmekten vazgeçme diyemezdim, biliyordum. Bir ceset hemen ilerimizde dururken bunu söylemek saçma bir avuntu olurdu yalnızca. Selim iç çekerek kalktı ve metrodan çıkarak gözden kaybolduğunda, “Çok sıcaksın,” diye bir fısıltı duydu kulaklarım. Bu ses Oğuz’a aitti ve hemen yanımdan sesleniyordu. “Ateşin mi çıktı güzelim?”
Güzelim diyor…
İç sesimin aptallığına kızarak gözlerimi ona çevirdiğimde, fersizce bana baktığını gördüm. Ben dün nasıl onun midesi için endişelendiysem o da şimdi benim için endişeleniyordu. “Ateşim mi varmış?” diyerek fısıldadım, tenimde bir sıcaklık hissetmiyor, hatta üşüyordum. “Aaa! Ben de mi öleceğim lan?”
Büyük bir şaşkınlık yaşadı. “Lan mı?”
“Lan mı?”
“Lan.”
“Sen bana lan mı diyorsun!”
Oğuz gözlerini yumarak başını arkaya yasladı ve azar azar, halsizce gülümsedi. Utanarak dudaklarımı kemirdim. Aniden ağzımdan kaba bir lan çıktığı için geçiştirmeye çalışmış, suçu kendisine atmış olmuştum. Oğuz bir tutam saçımı alarak parmağında kıvırdı. “Demek ağzımız kötü laf da konuşuyor. Ağzın öyle laflar yapsa da tatlılığından hiçbir şey eksilmiyor.”
Yanaklarım kızardı. “Deme öyle, utanırım.”
Eli yanağıma kaydı ve yanağımdan bir makas aldı.
Allah’ım n’olur yanağından makas aldığı ilk kız ben olayım.
Âmin.
Selim metroya döndüğünde, elinde birkaç çanta vardı. Arzu’nun çantasını ayırt edemediği için bütün çantaları toplayıp gelmiş olmalıydı. Arzu kendi çantasını alarak içini açtı ve bir parfüm çıkararak etrafa sıkmaya başladı. Çiçekli, hoş bir kokuydu; ceset kokusunu bastırabilirdi. Bu soğukkanlı, vicdansız düşünce beni ürküttü.
“Berfin’in neyi var?”
Cesur’un sesini duyduğumuzda hepimiz bakışlarımızı Berfin’e çevirdik. Bizden daha uzak olan metro koltuğunda oturuyordu ama evet, dün akşamdan beri bir tuhaftı. Şöyle ki hiçbirimizle konuşmamış, sorulan sorulara cevap vermemişti. Sadece önüne bakıyor, metroyu izliyordu. Sık sık terlediğini görmemek mümkün değildi. Soğuk terler ne zaman baksam şakaklarından akıyordu, gözleri şişmiş, teni kızarmıştı. Bilmiyorum, tüm bunların hepsi açlığın getirisi olabilirdi ama hepimizden daha kötü göründüğü kesindi. “Evet,” dedi Melodi, herkes gibi Berfin’e bakarken. “Bir tuhaf görünüyor.”
Keskin oturduğu metro koltuğunda kaykıldı. “Onun kafası uçuyor şu an.”
“Ne?”
“Açlık diyorum.” Omzunu silkerken oldukça rahat görünüyordu. “Başına vurdu onun.”
“Verdiğimiz yiyecekleri yemedi ama,” dedi Oğuz, araştırır gözlerle Berfin’i süzmeye devam ederken. “Üstelik hiçbir sohbetimize katılmıyor.”
Esra kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. “Verdiğimiz yemekleri Bestegül de yemedi,” diyerek bana sataştı. Onun bana sataşmak için hep bir bahanesi vardı. “Hayır yani, yemeyeceksen biz yiyelim!”
Cesur gözlerini devirdi. “Yemeyen ölür kardeşim, benim tek anladığım bu. Lan! Belki, sıra Berfin’dedir.”
Bakil onun ayağına vurdu. “Tövbe de lan! Başka biri ölmeyecek tamam mı? Bakın, yiyeceklerimiz var; birkaç gün idare edeceğiz bunlarla. O zamana kadar da enkazı kaldırırlar herhalde.”
“Dünyadan o kadar habersiz hissediyorum ki,” dedi Akil, ikizi sustuğunda. Bakil’in hemen yanında, boş gözlerle bana bakarak konuşuyordu. “Sanki dünya bizi kurtarmak için hiçbir şey yapmıyormuş gibi hissediyorum. Ne telefonlarımız çalıyor, ne birisi ses veriyor, bağırıyoruz, duymuyorlar... Aklımı kaçıracağım!”
“Bu akıllı halinse,” diyerek yanımda homurdandı Oğuz, bir çocuk gibi.
Sen de hoşlan dedik âşık oldun be yiğidim!
Kıs kıs gülerek ona baktığımda kıvırcık saçlarını karıştırarak gözlerini kaçırdı. Kıskançlığını yakaladığım için utanmış olmalıydı. Gözlerim sapsarı, kıvırcık saçlarına hayranlıkla baktı. Ondan hoşlanmaya başladığımdan beri kıvırcık saçlarına dokunmak nasıl hissettirir hep merak etmiştim. Umarım, parmaklarım saçlarına bir kez dokunmadan ölmezdim.
Ölüm.
Şu an her şeyden daha gerçekti.
Tek... Tek bir şey dışında.
Umut dışında.
“Kıskanma,” diyerek ona takıldığımda yanakları biraz daha kızardı ve ben özgüvenime hayret ederken, homurtuyla karşılık verdi. “Gözü sürekli senin üzerinde, sen ona bakmadığın için görmüyorsun ama ben görüyorum. Bir bahaneyle dövebilsem keşke...”
Utançla dudaklarımı yiyip durdum. “Ama şey, ben onunla ilgilenmiyorum.”
“Biliyorum taş bebek.”
Kıkırdadığımda saçlarımı elinin tersiyle okşayarak bana şefkatli gözlerle baktı. Kimi zaman babamın yaptığı gibi. Bir an ondan ürktüm, ona âşık olmaktan. Ya âşık olursam? Ya âşık olduysam? Ya onu kaybedersem? Ümmü Gülsüm’ü kaybetmiştik. Ya ona da bir şey olursa? Bu düşünce o kadar acı verdi ki, kafamı açıp içinden bu düşünceyi çıkarmayı istedim. Ya ona bir şey olursa? Şimdi gülümsüyordu ama ya bir an ona, son gülümsemesine bakıyor olduğumu bilmeden bakarsam? Burnumun sızladığını hissettim ve aynı anda titreyen dudaklarımla sordum. “Sen ölmeyeceksin değil mi?”
Bir an bana, cevabını bilmediği bir problemmişim gibi baktı. Eli başımın üzerinde kalırken, sıkıntıyla iç çekti. “Sen benim çok hoşuma gidiyorsun,” dedi ve ben kızararak tepki verirken yüreklilikle devam etti. “Sana bakarken aklımdan geçen son şey ölüm ama gerçekleri de inkâr edemem. Burada vaktimiz çok ve yapacağımız hiçbir şey olmadığı için hep düşünüyorum. Şeyi düşündüm, söyleyeceğim ama sakın gülme. Olur da buradan çıkarsak beraber aynı üniversiteye gideceğimizi, seni kampüsüne bıraktığımı, aldığımı, hiç gitmediğin yerlere götürdüğümü, hiç bilmediğimiz yerlere beraber gittiğimizi... Sen, belki hiç gerçekleşmeyecek olan hayallerimde bile çok güzelsin.”
Kalbim öylesine atıyordu ki, cümlelerini uğultulu şekilde duyuyordum. Bunlar dünyanın en güzel cümleleriydi. Oğuz söylüyorsa öyle olmalıydı. Elim ayağım heyecandan titremeye başladı. “Oğuz?”
Utançla ensesini sıvazladı. “Hımm?”
“Niye böyle yapıyorsun?”
Duraksadı. “Ne yapıyorum?”
“Resmen gel ben bana âşık ol diyorsun ayı!”
Durdu.
Durdum.
Bu manasız, anlamsız sessizlik Oğuz kahkaha atana kadar devam etti ve o kahkaha attığında ben dâhil olmak üzere herkes onu izledi. Onlara göre bu durumda, ölüme bu denli yakınken gülmek tamamen aptallıktı ama onun neden güldüğünü bildiğim için hak veriyordum. Bazen saçmalıyordum. O beni heyecanlandırdığı için vermemem gereken ama vermemin kaçınılmaz olduğu tepkiler veriyordum. Oğuz’un kahkahası azalarak bittiğinde, şöyle gülüp duruyor, kalbime bir şeyler oluyor, diyerek ellerimi göğüs kafesimin üstüne yasladım.
“Ne kadar da masum cilveleşiyorlar,” diyerek Keskin bize sataştığında, Esra ona destek çıkarak ağzını yaya yaya konuştu. “Oysa Oğuz’un masum ilişkilerle alakası yoktur. Çapkınlığını hangimiz inkâr edebiliriz?”
Bunun Oğuz’u gerçekten gerdiğini hissettiğimde Esra’ya pis pis baktım. Bu kadar berbat haldeyken bile kötülük peşindeydi. Tamam, ben de Oğuz’un çevresinde çok kız olduğunu biliyordum ama hepsi arkadaştı. Samimiydi, sürekli gülümsüyordu, okulun altın çocuğuydu ve herkesçe çapkın olduğu düşünülüyordu. Oğuz sertçe nefeslenerek önüne döndüğünde, Selim’e olan saygısından sustuğunu anlamıştım. Fakat Selim susmadı. Döndü ve Esra’ya dik dik bakarak söylendi. “Sus artık tamam mı? İnsanların ilişkisi kadar kendi ilişkini düşün. Yoksa ayrılacağız, haberin ol...”
“Hayır hayır!” Esra telaşla kollarını göğsünün üzerinden çözdü ve uzanarak Selim’in elini tuttu. İnanamadım ama telaşı ve korkusu sahiden gerçekti. “Bundan sonra karışmayacağım tamam mı? Lütfen, ayrılık deme...”
Selim onun korkusundan ve endişesinden tatmin olarak sırıttı. “Blöf yapıyordum kızım! Ayrılmam ben senden!”
Esra onun omzuna vurdu. “Yapma böyle blöfler, aptal.”
Selim ona sıkıca sarıldığında, Esra da altta kalmayan bir karşılık verdi ve kafam bu sahneyi izlerken yine karıştı. Gözlerinde gerçekten Selim’i kaybetmekten korktuğunu görmüştüm. Selim’i seviyor muydu? Madem seviyordu neden başka erkeklerle de flörtleşiyordu? Sevgilisinin en yakın arkadaşına kur yapıyordu, bundan kötüsü olabilir miydi? Ama şimdi Selim’e sıkıca sarılabiliyordu. Alışkanlık mıydı? Alışkanlığından mı vazgeçmek istemiyordu?
“Bir şeyler ye, yoksa sen de Ümmü Gülsüm gibi öleceksin.” Akil doğrudan bana bakarak konuşmuştu ve yüzünde, yorgun, bitkin bir ifade vardı. Bakil ile beraber, açtıkları bir krakeri yiyorlardı. “Miden almıyor ama yemek zorundasın.”
“Haklı,” diyerek ona onay verdi Fatih.
Oğuz bana uzattığı bisküviyi ağzımdan içeriye attı. “Artık bir şeyler ye.”
Seni yiyebilirim?
Tatlı tatlı gülümseyerek çikolatalı bisküviyi ağzımda çevirirken, Berfin’in metro kapısından dışarıya çıktığını göz ucuyla görmüştüm. Onun için endişe duyarak bir süre arkasından baktığımda, “Şüeda hâlâ Ümmü Gülsüm’ün başında,” dedi Melodi, üzüntü içerisinde. Metro camından dışarıyı gözetledi ama Şüeda’yı göremeyeceğini biliyordu. “Çok etkilendi, çok. Cesede bakıp duruyor, psikolojisi çok kötü. Bir kere daha denesek mi onu buraya getirmeye?”
“İşe yaramaz,” dedi Cesur, kısıkça fikrini beyan ederek. Arzu ile yan yanalardı ve birbirlerine sarılmışlardı. “Kız hâlâ şokta. Çürüyen cesedin başına çökmüş, tek tepki vermiyor.”
Boğazımda güçlü bir yumru oluştu. “Çok acı.”
“Daha güçlü olabilirdi,” diyerek umursamazca konuştu Keskin. Ağzının içinde bir sakız çeviriyordu ve o sakız market torbasının içinden çıkmıştı.
“Onun senden farklı olarak duyguları var,” dedi Melodi. “Şoka girmesi normal.”
Keskin pis pis Melodi’ye baktı. “Seninle çok güzel öpüşürüz biz var ya...”
Ben dâhil hepimiz ona açıkça bir şaşkınlık ve baygınlıkla baktığımızda Melodi’ye göz kırparak önüne döndü ve gözlerini kapatarak ağzının içinde bir şarkı söylemeye başladı. Pişkinliği, umursamazlığı hayret vericiydi. Ya öleceğini değil, kurtulacağını düşünüyordu ya da öleceğini düşündüğü için bu kadar pervasız davranıyordu. Ağzımdaki bisküvi bittiğinde Oğuz bir başkasını yemem için bana uzattı ve ekledi. “Su da vereyim mi?”
Yok yok, öpücük versen de olur.
“Bir yudum içsem çok iyi olur aslında, bisküvi iyice susattı.”
Kendi çantasından çıkardığı pet şişeyi bana uzattığında, dibinde yalnızca birkaç yudumun kaldığını gördüm. Yarısını ona bırakacaktım. Bu yüzden suyun çok az kısmını içerek kalanını ona verdiğimde, “Kalsın, sonra içersin,” diyerek şişeyi çantasına koydu. “Başın ağrıyor mu? Ateşin var gibi? Mide bulantın var mı?”
“Var,” diyerek üzgünce kabullendim. “Ama sorun değil, şu an bunlardan daha büyük dertlerimiz var.”
Elinin tersiyle dağılmış, kirli saçlarımı ensemden çekerek bana alan açtı ve ben bunun için ona gülümsedim. Bir miktar gülümsememde oyalandıktan sonra önüne dönerek bisküvisini yemeye devam etti. Melodi az sonra koluma asıldı. “Ben gidip Şüeda’ya bakacağım.”
“Ben de seninle geleyim.”
İkimiz kalktığımızda diğerleri çok ilgilenmemiş olsa da Oğuz da sebebini sorgulamadan bizimle kalktı. Anlamış olabilirdi. Yan yana, yorgun adımlarla metrodan dışarıya çıktığımızda, amacımız doğrudan raylara bakmaktı ama bir inleme sesi duyup hepimiz duraksayarak birbirimize baktık. Görünürde bir şey olmasa bile ses çok netti. “Siz de duydunuz mu?”
Hepimiz birbirimize başımızı salladığımızda Oğuz sesi takip ederek bir adım kadar önümüze çıktı ve biz de onun peşine düştük. Ses metronun önünden, rayların üzerinden geliyordu. Üstelik rayların gürültülü sesini de duyuyordum. Oğuz’u takip ederek sese doğru yaklaştığımızda ses çoğalmaya başlamış ve ürperti bedenimde yüzer olmuştu. Oğuz bir adım daha atarak metronun önünü görebilecek bir pozisyon aldığında, aniden durdu ve sıçrayarak, gürültülü bir küfürle beraber haykırdı. Melodi ile birbirimize bakarak gözlerimizi dehşetle açtığımızda, “Ne yapıyor bu?” diyerek haykırdı Oğuz ve şok bir yüz ifadesiyle bize döndü. “Kafayı yemiş!”
“Ne... Ne oluyor?”
Melodi ile beraber bir adım kadar öne çıkarak Oğuz’un önünü kapattığı şeyi gördük ve aynı anda, elimizi ağzımıza kapattık. Aman Allah’ım! Bir an beynimin ve düşüncelerimin uğuldadığını hissettim. İnanılır gibi değildi. Gözlerimi kaç kez kırpıştırdığımı bilemiyordum. Berfin metro rayının üzerinde uzanmış, ellerini yere yaslamış, kafasını durmadan, aralıksız bir şekilde rayların üzerine vuruyordu. İnliyor, acı çekiyordu ama bunlar onu durdurmuyordu. Kafasını rayın üzerine sertçe yapıştırıyor, saçları hızlı darbeleriyle beraber etrafa dağılıyor, vücudu hırpalanıyordu. Yüzü kanıyordu, hatta yüzünün birçok yeri kanıyor ama durmuyordu. Sanki bilincini, şuurunu kaybetmiş, ne yaptığını fark etmiyordu. Bizi fark etmemiş, tamamen yaptığı şeye odaklanmıştı ve yüzünün hali korkunçtu. Her yerinden oluk oluk kan akıyordu. Benim görmeye dayanamadığım şeyi o bizzat kendisine, acımasızca yapıyordu. “Bu... Bu da neyin nesi?” diye yanımda haykırdı Melodi, dehşet halinde. “Aman Allah’ım! Ne oluyor, ne yapıyor bu kız!”
Anlayamıyor, düşünemiyordum. Kendini yerlere vuruyor, gözlerimizin önünde yüzünü parçalıyordu. Oğuz ileriye doğru dengesiz bir adım attı. “Durdurmamız lazım! Öldürecek kendini!”
Çocukların birer birer, gürültüleri anlamayarak dışarıya fırladıklarını gördüm. Hepsinin yüzünde kuşkusuz bizim dehşetimizden vardı. Soluk soluğa yanımıza gelerek inanamayarak Berfin’e bakakaldıklarında, sanki dillerimiz lal olmuş gibi konuşamadık. Berfin gözlerimizin önünde kendini parçalıyordu. Vücudu bir an durmuyor, kafası rayların üzerinde eziliyordu. Oğuz sarsılarak kendine geldi. “Ne bok oluyor lan?”
Oğuz aşağıya atladığında bile Berfin sanki bizi ve onu farkında değilmiş gibi kafasını raylara geçirmeye devam etti. Oğuz’un yüzünün rengi atmıştı. Temkinli, şaşkın bir şekilde Berfin’e yaklaşıyordu ve bir eli ileriye, onu yakalamak için uzanmıştı. Hepimiz nefesimizi tutup onu yakalamasını beklediğimiz anda, Berfin ayaklarından birisini kaldırdı ve onun suratına geçirdi. Oğuz haykırarak geriye düştü. Birkaçımız çığlık atarken birkaçımız dehşete kapılıp tepki veremedi. Berfin elleriyle yerden destek alarak hafifçe doğruldu ve kafasını bir kez daha raylara gömmek üzereyken, yüzünün konumlandığı raya baktım.
Aman Allah’ım!
Gözüne denk gelen bir çivi vardı.
Ben dudaklarımdan arasından bir çığlık bırakmadan hemen önce Berfin kafasını sertçe raya geçirdi ve aynı anda ray üzerindeki o çivi, gözünü delip geçti. Çığlığı, metronun içinde dağıldığında, hepimiz birkaç adım gerileyerek korkunç bir yüz ifadesiyle ona bakakaldık. Çivi sol gözünü delip geçmişti ve Berfin’in yüzü artık tanınamaz haldeydi. Lügatimde, zihnimdeki tüm kelimeleri eritmişim gibi, bir bilinç kaybıyla ve şok haliyle parçalanmış yüzüne bakarken, bunun hayatımda gördüğüm en kötü şey olduğuna karar verdim. Berfin’in yüzü parçalanmış, derisi soyulmuş, gözü oyulmuş, vücudu hırpalanmıştı. Ona dair, onu canlı kılan tek şey attığı çığlıklarının sesiydi. O kadar acı çığlıklar atıyordu ki, sanki bize bu çığlıkları dinledikten sonra bir daha asla gülemeyeceksiniz diyordu. Çığlıkları bitene, Berfin bayılana ve belki de kan kaybından ölene kadar kimse konuşmadı.
Yüzü paramparça.
Paramparça.
“Verdiğim uyuşturucunun ona bu kadar etki edeceğini düşünmemiştim.”
Keskin konuştuğunda ve tüm manasızlık açıklığa kavuştuğunda, kimse dönüp ona bakamayacak, cevap veremeyecek bir halin içinde olduğu için sessizlik sancılı bir şekilde devam etti. Bunları yapmıştı, çünkü bilinç kaybı yaşamıştı. Tüm bunları yaşamıştı, çünkü Keskin ona uyuşturucu vermişti. Dünden beri bu yüzden ruh gibiydi. Başım döndü, ateşim arttı, gözlerimden yaşlar boşaldı ve ben bir an sonra kendimi yerde, dizlerimin üzerinde öğürerek kusarken buldum.
Yüzü paramparça.
Yüzü paramparça.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...